DİKRAN GÜLMEZGİL’E VEFA VE VEDA

Sevgili Dikran Ağparik;

Arkanda yeri doldurulamaz bir boşluk bırakarak bizlerden ayrıldın. Karşımda boşekran, parmaklarım klavyeye varmıyor; kaderde sana veda yazmak da varmış. Bu yazıyıseninle konuşuyormuşçasına, aynı dille yazmak istedim; sadece bağışlayacağını umarak tekil hitap etmeyi tercih edeceğim.

Türkiye Ermeni toplumunda 35 yılı aşkın zamandır gazetecilik yapıyorum ve ilk tanıştığımızda yaşın benim bugünkü yaşımdan hayli gençti. Şu an gözümün önünden film şeridi gibi dolu anı ve tanıklık geçiyor. Cemaat yaşamının sürgiti içerisinde dinamik, gelişmelerin ışığında sürekli kendisini yenileyen bir ilişkimiz vardı. Çok yönlü ve çok boyutlu bir gündem çerçevesinde yoğun temas halindeydik. İlişkimizin ritmi zaman zaman çok ivme kazanır, zaman zaman da durulurdu. Ancak her yeni buluşma beraberinde aramızdaki güvenin ve sevginin teyidine dönüşürdü.

Kronolojik olarak baktığımda, hafızamdaki görece daha eski anılar aramızdaki ilişkinin maya tutmasıyla ilintili, görece yeni olanlarsa kendiliğinden daha ziyade tanıklık niteliğine bürünmekte. Neler mi hatırlıyorum..?

*

Bana ilk doğrudan söz yöneltişin... Kumkapı Bezciyan salonundaydık, hangi okul yararına olduğunu şimdi anımsamadığım bir sevgi sofrası, organizasyon komitesinin başındaydın, üzerinde gri bir takım elbise, boynunda şarap rengine çalan bir kravat vardı. O güne dek hep genel ortamda selamlaşıp, birbirimize sadece nezaketen hatır soruyorduk. O gün birden herkesten uzak bir anda birden göz göze geldik. Gülümseyerek bana söylediklerini anımsıyor musun?

-Sen de benim gibi tıraş olmayı sevmiyorsun galiba.

O zamanlar gerçekten çok gençtim ve bu tıraş, kılık kıyafet meseleleri korkulu rüyamdı. Herkes adını taşıdığım dedem gibi olmamı beklemekteydi sanki. Kravat falan neyse de, bu beklentinin sınırlarının fötr şapkaya uzanabileceğinden endişeliydim.Şaşkınlığımı hemen fark etmiş olmalıydın ki anında devam ettin:

-Sevmiyorsan olma tabii, ben de pek sevmiyorum ama haftada bir berbere gidip şöyle bir incelttiriyorum, beni bir hafta götürüyor, sen de öyle yap.

Ben gülerken sen omuzuma vurmuştun. Bu, gözlem ve saptamalarının ışığında, aynızamanda alternatif öneri getiren yapınla ilk karşılaşmamdı.

*

Gazetede çalışmaya daha Galatasaray Lisesi’ni bitirmeden başlamıştım. Bizim yaşamımız sanki Beyoğlu’nda akardı. Mekteb-i Sultani’nin kapsama alanıdır nitekim. Bir akşam iş çıkışı Nevizade Sokağı’ndan geçiyordum. Zamanım uygun olduğunda, bizden kimse var mı diye bakardım. O akşam mektepli kimselere rastlayamayıp ayrılmaya hazırlanırken birden seni ve Nadya Kuyriği görmüşdüm. Sen beyaz bir gömlek ve maden düğmeli lacivert bir ceket giyinmiştin. Beni masanıza çağırmıştınız. O akşam ilk kez birlikte kafa çekmiştik. O güzel akşamın sonunda, herkesin dev aynasında gördüğü Dikran Gülmezgil’in bütün sırrının aslında tevazusunda saklı olduğunu düşünmüştüm.

Gece eve döndüğümde, seni ve Nadya Kuyriği önceden zaten tanıyan anne ve babama akşamımızı anlatmıştım. Babamın tepkisi de aklımda tabii:

-Güzel tesadüf olmuş, Dikran Ağabey çok iyi rakı içer, çok hoşsohbettir ve sofra adabı bilir. 

*

Unutamadıklarımın arasında daha buhranlı konular da var. Karagözyan’da vakıf yöneticiliğinden azledildiğindeki olaylar dün gibi aklımda. Herkes, bugün üzerinde bir gökdelen inşa edilmiş bulunan o taşınmazı kurtarabileceğinden eminken görevden alınmıştın. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Telefonların kapalıydı, cebine ulaşılamıyordu, evde telefona çıkmıyordun. Hatta, yanlış anımsamıyorsam SEV’de bir toplantıya katılmıştın, gazeteciler vakıfın numarasından şansını deniyordu ama duyum bir türlü haberleştirilmek için doğrulanamıyordu. Endişeli ortamda ben şansımı bir sabah sevgili eşin Nadya Kuyriğin cebini arayarak denemişdim. Sesi hâlâ kulağımda:

-Ara, Dikran şu an duş alıyor, çıkınca aradığını söylerim.

Çeyrek saat ancak geçmişti ki telefonum çaldı:

-Günaydın Aracığım, beni aramışsın…

Ben bir nebze de çekinerek meram anlatmıştım ve yanıtın kısa ve netti:

-Biliyorsun cebim kapalı, telefonlara çıkmıyorum. Bu haber doğru, beni azlettiler. Bu elbet duyulacak ama önce senin yazmanı isterim. Sen kendi üslubunla yaz bunu, ben de zaten mücedele edeceğim.

Konuşmanın sonunda bana Ankara ziyaretin olacağını ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne gideceğini de söylemiştin.

Bomba haber atlatan genç gazeteci ruh halindeydim ve o gün, senin aslında insanları suistimal etmeden onların güçlü yönlerini toplumsal yararlar için ustaca değerlendirme yönünü keşfetmiş olamazdım.

Haber geniş yankı bulmuşken, bana söylediğin günde ve saatten 15 dakika önce, Ankara’da, VGM’nün kapısındaydım. Çok geçmeden gelmiştin:

-Ne işin var burada?

-Bana bugün, buraya geleceğinizi söylemiştiniz.

-Evet ama seni birlikte götüremem ki.

-Biliyorum.

-O zaman neden geldin buraya kadar?

-İçeri girerken yanınızda olduğumuzu bilmenizi istedim.

-Yahu ne adamsın, teşekkür ederim.

-Siz içeriye girmeye gecikmeyin ağparik.

-Tamam ama çıkışımı bekleme, bakarsın çıkıştaki ortam kapıda bir gazeteci beklemesine uygun olmaz.

-Peki ağparik, ben gidiyorum.

-Hadi bakalım, ne adamsın yahu…

Sürecin sonunda görevine iade edildiğini herkes iyi biliyor kuşkusuz ama bu hem benim hem de cemaatin senin mücadeleci ve kararlı kişiliğinle belki de ilk tanıklıklarından birisiydi.

*

Yıllar geçmişti, artık seni görmeye Şair Nigar Sokağı’ndaki bürona değil, Mecidiyeköy’deki ofisine geliyordum. Yeni yer kuşkusuz daha elverişliydi, hatta sonrasında mevcut Yıldız Posta Caddesi’ndeki mekan hakeza ama benim gönlüm o Şair Nigar’daki ofiste kalmıştır. Senden çıkınca, aynı sokakta bulunan eniştemi ziyaret ederdim. Şirketinin ruhsatının iptal edildiğinde de sohbet etme olanağımız olmuştu:

-Bu çok sıkıntılı bir durum Aracığım. Evet belki başka işlerimiz de var ama bu şirket bizim amiral gemimiz ve biz aylardır çalışamıyoruz.

-Peki ne olacak ağparik?

-Bak kaç zamandır çalışamıyoruz, kimse işe gelmiyor ama bütün rutin ödemelerimizi aksatmadan yapıyoruz, herkes parasını alıyor. Ben gelip geçici vurguncular, maceraperestler gibi çalışmam. Ben buradayım ve elbet bir noktada bu durum takdir görecekir.

Çalıştığın alana çok yabancı olsam da, aradan geçmiş olan zamanda her işe önce kendi kapının önünü temizlemekle başladığın hakkında belli bir izlenimim vardı. Senin için itibar sadece nimetlerden yararlanmak değil, aynı zamanda ceremeye katlanmak demekti.

*

2000’li yılların ikinci yarısında, Erivan’da birlikte bir Charles Aznavour konserine katılmıştık. Aslında birlikte gitmemiştik ama orada karşılaşmıştık. Sen konser sonrası, Cumhuriyet Meydanı’ndaki, o zaman henüz kapanmamış olan Ararat Lokantası’nda yer ayırtmıştın. Beni ve annemi de hemen programa dahil etmiştin. Yemek zamanı bir de bakmıştık ki Charles Aznavour da aynı mekana gelmişti. Herkes etrafını kuşatmıştı tabii. Sen konuşmaya girerken benden sözlerini çevirmemi istemiştin ve o efsane sanatçıyıİstanbul’da konser vermeye çağırmıştın. O isteğin ne yazık ki gerçekleşemedi, belki önerirken sen de mümkün olamayacağının bilincindeydin ama o davet aslında senin hayallerinin ifadesi değil, ufkunun dışa vurumuydu. Sen büyük düşünürdün, kimseyi hakir görmeden insanları çabalarına ortak ederdin. İnsanların gönlünde yer edinmeyi, kalp kazanmayı bilirdin.

*

Son patrik seçiminde aynı saflardaydık. Toplantı mekanı ihtiyacı hasıl olmuştu:

-Bizim Osmanbey’de serbest bir mekânımız var, orada çalışabilirsiniz.

Ekibin üyelerine açık adres verilmişti. Bir de toplantı mekanı o Şair Nigar Sokağı’ndaki eski büron çıkmasın mı? Çok duygulanmıştım.

Seçim öncesinin hararetli ortamında beni bir gün Mecidiyeköy’deki büronaçağırmıştın:

-Sebuh Srpazan’la konuşacağım. Telefonun sesini açacağım. Birlikte müzakere edelim. Hem akıl akıla oluruz hem de sen Doğu Ermenicesi’ne daha hakimsin.

O konuşma neredeyse bir saat civarında sürmüştü, istediğimiz sonucu alamamıştık. Sebuh Srpazan’ı, Aram Srpazan’ı desteklemesi için ikna etmeyi başaramamıştık. Konuşma bitmişti, telefon kapanmıştı:

-Bu seçimi kaybedeceğiz, sen de biliyorsun ama bırakamayız, adamı satamayız.

Evet ağparik, 2019 yılıydı ve ben artık yola birlikte çıktığın kimseyi yalnız bırakmadığını ve elinden tuttuğunun arkasında dağ gibi durduğunu iyi biliyordum. Senin sözün senetti ve sen kimseyi satmazdın, ihanet etmezdin.

*

Son yıllarda Galatasaray Spor Kulübü’nde önemli sorumluluklar üstlendin. Yönetim kuruluna üye seçildin. Buluşabilmek için Nevizade’den geçtiğim liseli devre arkadaşlarım, kardeşlerimle sohbetlerimizde senin bahsin geçmeye başladı. Seni sevip, benimsemişlerdi. Başkan Dursun Özbek Ağabeyimiz seninle birlikte bizim toplumun bazı etkinliklerini onurlandırıyordu. Genel kurul ve çeşitli toplantılarda, diplomamı aldığım mektebin Tevfik Fikret Salonu’nun sahnesinde oluyordun. Ben arkadaşlarımla lisenin gazetesi Tambur’u yayımlarken, Galatasaray Spor Kulübü’nün yeni seçilen yönetim kurullarının, gelenek olduğu üzere lisede yaptıkları ilk toplantıları haberleştirmek için izlerdim. Kendi kendime, keşke o zaman, diyordum... 

Ama işte yaşam keşke kaldırmıyor Dikran Ağparik. Her şey zamanı gelince yaşanıyor ya da zamanı gelmeyince ya da gelmeyecekse yaşanamıyor. Sen zamanın önüne geçme heyecanına kapılmadan, anı iyi değerlendirerek, daha geniş anlamda zamana direnecek işler yapan ve ilişkiler kuran bir insandın.

*

29 Ekim 2023’de, Cumhuriyet’in 100. yılında, Beştepe Külliyesi’nde birlikteydik. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a doğru ilerlerken sırada arkandaydım. Yüz yüze son sohbetimizi Hilton Oteli’nin lobisindeki terasta yapmıştık, yaklaşık üç saat sürmüştü.

Her sohbetimizde, ele aldığımız konu ne denli acil ya da öncelikli olsa da, konuşmanın bitiminde ayrılırken hiç ihmal etmediğin bir soru olurdu:

-Gazete nasıl, durum iyi mi?

O sorunun yüzeysel bir ilgiden öte, bir hassasiyetin tezahürü olduğunu bana her fırsatta hissettirirdin. JAMANAK’ın 100. yıl etkinliklerinde çocuklar gibi şendin:

-Bu işleri herkes yapamaz.

Dönemin Cumhurbaşkanı Gül jübile vesilesiyle JAMANAK’a özel mülakat verirken de birlikteydik.

*

Dikran Ağparik;

Hiç isteyerek yazmasam da, hissediyorum ki bu yazı bitmez. Seni uğurlamaya hazırlanırken, herkes seninle olan ilişkisinin yarım kaldığını, yapay olarak ve zamansız bir şekilde kesintiye uğradığı hissinde. Sen hâlâ, torunlarının vaftizlerindeki asil tebessümünle hepimizin gözünün önündesin. Şu andaki karmaşık duygularımı seninle paylaşabilmeme olanak olsa eminim şöyle derdin:

-Bir de bizim Karun’a soralım…

Karun Kovan yarın cenazende veda konuşması yapmaya hazırlanıyor ve de kaderin cilvesine bak ki danışacak kimsesi yok.

Zaman akıp gidecek, iniş ve çıkışlarımız, sevinç ve hüzünlerimiz olacak. Yaşamımız normalleşecek. Kırkın gelecek, vefat yıl dönümlerin olacak. Dışarıdan bakıldığında her şeyin, herkesin durumunda olduğu gibi cereyan ettiği sanılacak. Ama öyle olmayacak. Sen sıradan bir insan değildin. Sen bu toplumun bir çok bireyini dar zamanda namerde muhtaç etmemiştin. Varlığınla güçlüydük ve bu cemaatte bir istikrar, denge ve uyum etkeniydin. Kriz yönetmesini iyi bilirdin. Kocaman kalbinde sanki hepimize yer vardı.

Belki şaşıracaksın ama galiba seni zannettiğimizden de fazla sevmişiz. Seni asla unutmayacağız, hep kalbimizde olacaksın Dikran Ağparik.

Yahu ne adamdın Dikran Ağparik, mekanın cennet olsun, nurlar içinde uyu…    

ARA KOÇUNYAN

Երեքշաբթի, Յունիս 24, 2025